Ameba Ownd

アプリで簡単、無料ホームページ作成

no sign up Watch Full Little Joe

2020.03.08 13:57


⎈❉♠♠♦♠

https://onwatchly.com/video-9718.html?utm_source=themedia.jp Alternative

https://onwatchly.com/video-9718.html?utm_source=themedia.jp WATCH ; STREAM

✶❉≋٭§⁕

 

 

  • Publisher: Little Joe
  • Info: The Silver Tongued Assassin / The Reaper

2019; Jessica Hausner; Austria; 6,2 / 10; Genre=Drama, Sci-Fi; star=Kit Connor, Emily Beecham.

Tan pesados esos hermanos Tejanos! Saludos de Zacateas🖒

God this music brings back memories of my mom spinning those records on a 6 foot long cherry wood console stereo in our living room back in the early 60's. She'd be cleaning house and happily singing along and I just thought everything was great back then. LOVED THIS. A real grateful thank you to my good friend Tuks for the share.

Fragmanlar Oyuncular Üye Eleştirileri Basın Eleştirileri Beyazperde Eleştirisi Fotoğraflar FRAGMANI İZLE Puanım: 0. 5 1 1. 5 2 2. 5 3 3. 5 4 4. 5 5 İzlemek İstiyorum Eleştiri yaz! Özet ve Detaylar Küçük Joe, genetiği değiştirilmiş bir bitki üreten genç bir kadının hikayesini konu ediyor. Bekar bir anne olan Alice, yeni türler geliştirmekle uğraşan bir şirkette çalışan kıdemli bir bitki yetiştiricisidir. Genç kadın, uzun zamandır bir bitki üzerinde çalışmaktadır. Alice’in ürettiği kırmızı bitki, sadece güzelliği ile değil aynı zamanda tedavi edici değeri ile de dikkat çekmektedir. Bitki, ideal sıcaklıkta tutulur, düzgün beslenir ve onunla düzenli olarak konuşulursa sahibini mutlu etmektedir. Alice, her ne kadar şirket politikasına uymasa da, bitkiyi oğlu Joe'ya ev hediyesi olarak almaya karar verir. Bitkiye "Little Joe" adını veren anne oğul, bitkilerin büyüdükçe verdikleri isim kadar zararsız olmadığına dair şüphe duymaya başlar. Bitkileri gözlem altında tutan Alice, bitkilerin tohumları saçıldıkça, insanlar üzerinde farklı etkiler yarattığını düşünür. Yaşananların gerçek mi yoksa birer hayal ürünü mü olduğunu ayırt edemeyen Alice, kendisini tuhaf bir oyunun içerisinde bulur. Dağıtımcı Başka Sinema Daha fazla Salgıladığı kokuyla sizi mutlu eden bir çiçek. Doğal bir antidepresan gibi. Onu seveceksiniz, sıcak tutacaksınız, ona çok iyi bakacaksınız. O da size aradığınız tatmini, mutluluğu verecek. “Anne hormonu” da denen bir kimyasal bileşim aracılığıyla. Avusturyalı sinemacı Jessica Hausner’in Küçük Joe (Little Joe) filminin peşinden gittiği iki tema da son derece net. Film bizden derdini, meselesini gizlemeye hiç çalışmıyor. Antidepresan kullanımının çok yaygın olduğu günümüz dünyasına bir bakış da var elbette bunun içinde. Fakat filmin esas meselesi annelikle ilgili. İşini her şeyin, kendi çocuğunun bile önüne koyan bir bekar anne Alice, laboratuvar ortamında mutluluğun formülünü geliştirmeye çalışıyor. Fakat yarattığı bitkinin, bir bilim fuarına yetişmesi için acele edilirken, aslında kokusunu soluyan insanlar üzerinde yarattığı gerçek etkiyi vaktinde fark edemiyor. Kült korku filmi... Eleştirinin tamamı Tüm oyuncular ve teknik ekip 16 Fotoğraf Son Haberler 5 Haber ve Özel Dosya Bu Filmi Beğendiysen, Şunlara da Göz At: Tüm benzer filmler Yorumlar.

Why is always a vehicle full of kids?  wtf?  never a truck full of illegals. Perrrra canción... Love from Del Río Texas❤.

Demon Sr save my life and I knew demon sr take his life. As others have already said this would have worked as a 15 minute short film but at 1 hour 45 minutes of ridiculous misplaced sound effects and what is all that Kabuki music all about. Dang 4:13 he had a sharp jawline even as a newborn! 😂😂😂 Edit: LMBO at how he got the taxi to drive to the repo lot! That's hysterical.

Wait a second. He already had a nano suit in 2007. Venom 1 Iron Man 0. Watch Full A Flor da felicidad. Quisiera ser texano amo la música tejana., mis respetos... Lupo mannaro. I honestly wish they had a bigger budget so they could do bigger scale projects. Haftasonu. Cumartesi: Havanın serinliği kalın hırkaya rağmen hafif hafif ısırsa da, balkona geçtim. Spotify'ın Coffee Table Jazz'ını açtım. Eminönü'nden aldığım yeni 3 bardaklık mocha potta demlediğim kahvemi de. Evet sabah Eminönü'ndeydim. Hatta öğlen. Nikon'umu yetkili servise götürmek istemiştim. Ne var ki oraya vardığımda kapıda hafta sonu kapalı oldukları yazıyordu. Fakat ne yapmadım? Enseyi karartmadım. Dedim ne güzel gezdin işte buraya kadar, buradan sonra da gez. Vapura binip gelmiştim. Gezmeye devam. Uzun zamandır Mısır Çarşısına girmemiştim. Tahtakale'siz de yapamam. Ama çok kalabalıktı. Özellikle Tahtakale. Corona morona hikaye. Güneşi gören kendini dışarı atmış. İlk önce ne yapıyorum dedim. Durduk yerde grip kapacağım. Görmek istediğim özel bir dükkan yoktu. Sadece bir havasını koklamak istiyordum Tahtakale'nin. Aslında boncukçulara da uğrardım ama dedim ya çok kalabalıktı. Sonra sağda Eren'in önceden bahsettiği Beta'nın çay dükkanını fark ettim. Hemen içeri girdim. Eren'in evinde içtiğimiz o nefis çaydan marketlerde arayıp bulamamıştım. Burada kesin bulurdum. Buldum da. Tezgahtarla sohbet ederken, yandaki tarihi Han'ı restore ettirdiklerini ve orayı görmem gerektiğini söyledi. Merak ettim. Girişi şöyle olunca içeri girdim: Çok ferah, aydınlık geldi gözüme. Oturup bir kahve de orada içtim. Kumda pişiriyorlar. İçimi çok yumuşak hoş bir kahve. Sonra kapıda girenleri karşılayan genç hanım beni dükkan dükkan gezdirdi. Hamburgercisi, çikolatacısı, kahvecisi, lokumcusu. Benim gibi boğazına ve en çok da tatlıya düşkün olup da perhiz yapan biri için büyük ızdırap. En sonunda en zararsız alışverişi yaptım. Kahve ve mocha pot. Sonra da vapura binip eve döndüm. Fenerbahçe'nin maçı varmış yollar tıkalıydı. Hatta neredeyse kapalıydı. Pazar: Dün gece sızmışım koltukta. Gözümü açtığımda sabahın 1. 30'uydu ve salonun ışıkları şıkır şıkır yanıyordu. Söndürüp, hızlıca yatağa geçtim. Temiz hava çarptı herhalde. En son psikolojinin yasını tutmaktan bahsetmiştim. Çözdüm galiba o konuyu. Psikoloji değil psikanalizmiş yasını tutmam gereken. Psikolog olmak istemeden önce, çok önce ben psikanalist olmak istiyordum. Aradaki farkı boşver. Teknik bir şey. Fakat olamadı. Teknik farkın yanı sıra psikanalize olan tutkum 13 yaşıma kadar uzanır. Belki daha bile eski O yüzden yasını tutmak o kadar zor gelmiş bana. Sadece 7 sene üniversite değil. Geçen gece uyuyamadım bu konu aklıma takıldı. Hayatımda tanıdığım onca psikanalisti düşündüm. Önemli bir kısmı hakkında hiç olumlu fikirlerim yok. Sonuç: bir anda kopardım bağımı. Yani 20 yıl artı bir an. Alın başınıza çalın dedim psikanalizinizi. Alın sizin olsun. Çok istediniz madem. Küfür filan da ettim. Gözümün önüne Ölü Ozanlar Derneğinde manyak babası tiyatro yapmasına izin vermeyen delikanlı geldi. Babasını ikna edemiyor fakat şunu söylüyor kendi kendine: sahnede iyiydim, gerçekten iyiydim. Zaten benim planım farklıydı. 40'mdan sonra sanatla sepetle uğraşacaktım. Kitap yazacak film yönetecektim. Film yönetmedim ama yönetmen asistanlığı yaptım. Çok kısa sürdü: 3 hafta. Gerçekten ne olduğunu görünce bana göre olmadığını anladım ve vazgeçtim. Gecesi gündüzü, cumartesi pazarı yok film çekiminin. Bir de dışarıdan göründüğü kadar renkli bir etkinlik değil. Benim sandığım şey değil. Ama biraz rahatladım. Bakalım uzun vadede bana neler kazandıracak bu temizlik. Küba, dergiler ve kilolar. Tok karınla yapılacak en güzel etkinlik listesinde üst sıralarda blog yazmak. Onun hemen altında satranç bulmacası çözmek var. Fakat yazmak için gerekli o özel enerjiyi hissedemiyorum. Bu aynı şuna benziyor: PMS zamanı, canın çikolata çekiyor fakat ev tamtakır kuru bakır. Sinirli sinirli dolan dur. Son zamanlarda hayatımı güzelleştiren şeyleri düşünmeye çalışıyorum. Birincisi, uzak bir yere yolculuk hevesi. Gidip gezesim var. Yeni yerler göresim. Başka iklimlerin güneşinde dolanasım. En son 20 yıl olmuş yurtdışına çıkmadığım. İlk önce bir Hindistan turu bulmuştum. Fakat vazgeçtim ve sonra rotayı karayiplere kırdım: Küba. Evet gidiyorum, son kararım. Bir fotoğraf grubuna yama oldum. Çok hoş resimler çekmek istiyorum. Bunun için emektar Nikon'umu tamire götürmem gerek. Bozulmuş durduğu yerde. Canım sıkıldı. Yarın gideyim. Hayatıma heyecan katan başka bir konu da yabancı dergiler. Daha önceki postlarda değinmiştim, Turkcell'e geçtim, dergilik uygulamasında avantajlı tarifesi var fakat cep telefonundan dergi okumak çok keyifsiz. iPad'den nasıl okurum diye iki gün uğraştım. Turkcell'deki elemanlar konuya hakim değil, doğrusu çok umurlarında da değil. İlk sorduğum işkembeden attı bir kıtır. Kısıtlı okuyabilirsiniz dedi. Ve bunu söylerken gözü kapıdan yeni giren diğer bir müşterideydi. Sözüne güvenemedim. Başka bir Turkcell bayiine girdim. Onun da tavrı aynıydı. Sen kalk da yerine dişe dokunur biri gelsin. Fakat yine de tüm söylediklerinin içinden, cımbızla şunu ayıkladım: telefon numarasıyla üyelik girişi yapman gerek. Mantıklı geldi. Ne var ki üyelik girişi sormuyordu uygulama. Doğrudan dergilere açılıyordu. Neyse sonra kurcaladım ve buldum hesaba girişi. Göreceli olarak gizli bir yerdeydi. Ayarların içinde. Ve sorunum çözüldü. Şimdi çılgınlar gibi yabancı dergi okuyorum. Bugün Talin'le sinemaya gittik: Nuh Tepesi. Oyunculuklar, senaryo ve çekim güzeldi. Sonlara doğru temposu biraz düştü ama yine de iyiydi. Talin'le aynı kanıya vardık: Nuri Bilge Ceylan etkisi vardı çekimlerde. Cenk Ertürk yönetmeni. Daha önce ismini duymamıştım. Herhalde bundan sonra bol bol duyarız. Son günlerin olumlu gelişmelerinden biri de bir türlü gitmek bilmeyen - gitse de geri gelen- kiloların kendinden şıkır şıkır dökülmesiydi. Bu sabah tartıya inanamadım. O kadar ki, çıkıp tekrar tartıldım. Düne göre eksi sekiz yüz gram. Yaptığım ekstra bir şey yok. Hatta kabak çorbalı jet diyete bile daha geçmemiştim. Fakat filinta gibi olduğumu sanıyorsan yanılıyorsun cicim. Hala 66'lı kilolardayım. İnemiyordum ki bir türlü 67'nin altına. Bir de bakmışsın insülin direnci dün itibariyle kırılmış. Olamaz mı? Olabilir. Belki de diyetisyenim haklı. 60'a inersem gayet sağlıklı bir görünüme kavuşacağım. Ben 55 olmak istiyordum. Bir 65'i görsem... Ayağa kalkmak Karnım nasıl güzel tok. Sütlü kahvem de yanımda. Ev sessiz, çünkü günlerden Pazar ve bugün inşaatçıların tatil günü. Biraz bloguma yazmak istedim. Keyfim pekişsin. Mart'ın ilk günü ve dışarıda apaydınlık bir güneş var. Az önce dışarı çıktım ve mutfak alışverişini tamamladım. İçine karnabahar ve pancar (soğan, salça, kabak, patlıcan) da koyduğum bir kış türlüsü için malzemeleri toparladım. Eve getirip pişirdim. Yola çıktığımda saat 14. 00'ü az geçiyordu. Şu an 16. 40. Bu kadar zamanımı aldı. Ama birkaç günlük sebze yemeğim var en azından. Hepsi tek bir öğün için değil. Bir de yoğurtla beraber midemin iç çeperine nasıl döşendiler tatlı tatlı. Çoktandır sebze için lahana pişirip duruyordum. Değişiklik yaradı galiba. Bu sabah kendime upuzun bir yazı yazdım. Uzun vadede gerçekleştirmek istediklerimle ilgili. Şimdilik ortada bir amaç yok. Bunun için kendime çok kızardım. Gelmişim insanların emekli olduğu yaşa hala ne gerçekleştirmek istiyorum diye soruyorum kendime diye. Ama o yazıdan sonra kendime kızmayı bıraktım. Herkesin yolu farklı. Ben de bir yola girmiştim bir zamanlar. Ne istediğimi biliyordum, harekete geçmiştim ve o yolda okulumu başarıyla bitirmiştim. Sonra işler ters gitti. Benim suçum mu? Değil. Ama hala o yolun yasını tutmadığımı (belki bir kez daha) anladım bu sabahki iç dökme yazımla. Bitiremiyorum ilişkimi psikolojiyle. Kolay değil. Yedi yıl okudum. Hem de ne zor şartlarda. Üniversite'den de önce, liseden hemen sonra, gazete ilanıyla bulduğum bir iş başvurusunda sıramı beklerken duvarda bir yazı görmüştüm. Büyük insan kimdir? Büyük buluşlar yapan, insanlığı kurtaran, ya da şanı şöhreti dünyayı kasıp kavuran filan değil diyordu özetle. Büyük insan her şeyini kaybettikten sonra tekrar ayağa kalkabilen insandır. O zamanlar beni çok etkilemişti bu yazı. Hem ürkütmüştü de. Hayatta her şeyini kaybedebilme ihtimali canlanmıştı gözümde. Başka bir yerde de bir daha karşıma çıkmadı bu büyük insan tanımı. İş başvurusu ne mi oldu? İşe alındım. Fakat babam o işi beğenmedi. Ben de gitmedim. Ama o yazı aklıma kazındı. Tekrar ayağa kalkmaya çalışırken, hayat gene sana çelmeler takmaya, onunla bununla oyalamaya devam ediyor işin zor tarafı. Fakat ben yenilmek istemiyorum. Kurban rölünü kendime yakıştıramıyorum. Şöyle bir şey dedim kendime. Şimdi hayalin gücü giriyor devreye. Diyelim 88 yaşındayım. Ölmek üzereyim. Geriye dönüp hayatıma bakıyorum ve mutluluk ve huzur doluyor içime. Çünkü çok güzel yaşamışım. Daha güzel yaşayamazmışım. Ne görüyorum? Uykulu Bol sütlü bir kahve hazırlayıp geliyorum. Dışarısı yağmurlu ve karanlık. Ara sıra şimşekler patlıyor ve yeri göğü kısacık bir süre aydınlatıyor. Eskiden çok severdim böyle havayı. Ama o uçak düştüğü gün de hava buna benziyordu. O günden beri böyle havalar hakkında güzel şeyler yazasım yok. Belki ilerde. Saçlarımı kestirdim ve kalemime kavuştum buralara uğramayalı. Biraz da evi derleyip topladım. Ama bugün değil. Bugün enerjim yerlerdeydi. Akşama kadar uyudum. Ağır bir perhiz verdi diyetisyen. Akşama kadar sıvı karışımlar içiyorum. Akşam da bol protein ve salata. Aralarda çok acıkırsam katı yumurta veya proteinli yoğurt hakkım var. Yarım kilo kadar gitmişti ikinci gün. Belki biraz daha az. 400 gr. Olsun. Asıl yarın çıkacak ortaya. Ama bu akşam canım deli gibi gofret, bisküvi, halley, cips, kısacası abur cubur çekiyordu. Dayandım. Sonra İnstagram da Sema Sümeli Özpekmezci'nin kayısılı tahinli kakaolu resmini gördüm. Yorumlara da kısaca baktım. Birisi bu 3 üne ceviz de ekliyormuş. Ah. İşte buna dayanamadım. Ne olacak ki bir çay kaşığından az kakaodan dedim. Tek bir minnacık kayısıdan. Yarım küçük cevizden. Çay kaşığı kadar tahinden. Ne olacak bunlar karbonhidrat ve yağ. Bütün denklemi altüst edecek. En önemlisi iradem yenildi. Ama tadı muhteşem ötesiydi. Her gün yesem doymam. Gene de gofret, bisküvi, halley yemekten iyidir. Eskiden ne yapmışım de o kadar eski değil. Bakkala inip abur cubur alıp geldiğim hiç de uzak değil. Akış şemasına el attım. 2 fikir ekledim. İki "şablon". Gıdım gıdım gidiyor. Oatley akademinin alıştırmalarından sonra ben bu romanı çıkarırım hissi geldi. Ama iyi ama kötü ortaya bitmiş bir şey çıkacak. Ama sonrasında başka bir roman yazmaya kalkışmam sanırım. Benden yazar olmazmış. Cık. Sevemedim bu işi. Bu arada Oatley Akademi'ye ben çizim kursu diye atladım. Animasyon senaryosu ile ilgili çıktı. O da olur şimdilik. Çok da uzak değil. Ama beni heyecanlandıran şey değil. Battaniye dizlerimi örtmüş, abajurlar hafif hafif salonu aydınlatıyor. Az önce çöp kamyonu geçti. Şimdi onun gürültüsü de yok. Ortalık sessiz. Sadece uzaklardan birkaç uyumamış martının ötüşü. Beynim uykulu. Gözlerim kapanıyor. Esniyorum. Kış sonu Hava hala kış gibi soğuk olsa da, güneş yüzünü sanki daha sık göstermeye başladı. Yandaki inşaat tamamlanmış gibi. İlk cemre havaya düşmüş. Mart ayına şunun şurasında ne kaldı? Benim için tüm bunlar balkonlu günlerin müjdecisi. Yavaştan hava ılınacak. Yirmi derecelere gelecek ve ben sere serpe balkonuma kurulacağım. Geçen sene ancak inşaatın tatil olduğu Pazar günleri veya mesailerin bittiği saatten sonra çıkabiliyordum. Tozdan ve gürültüden kaçmanın başka yolu yoktu. Bu sene her gün her saat oturabileceğim, on sene hasretini çektiğim balkonumda. Tabletime nihayet kavuştum. Çizim için gerekli olan kalemime henüz değil. Yoktu stoklarında. İnternetten sipariş verdim. Bekliyorum. İki güne gelir. Hala çok gerekli bir alışveriş olduğundan emin değilim. Ama yaptık artık bir hovardalık. Tableti sırf Procreate için almıştım. Fakat satranç öğreticisi Magnus Trainer için de pratik. Özellikle hız gerektiren bazı alıştırmaları için. Belki tekrar üyelik satın alırım. Biraz önce programı (ücretsiz) denedim. Ve şunu gördüm. Onca zamandır çözdüğüm onca satranç bulmacası (yaklaşık 20 000 bulmaca) bende bazı satranç refleksleri ve içgüdüsü geliştirmiş. Derste sorulan soruları yüzde 80 doğru yanıtlıyorum. Ama sanırım satranç bulmacalarının oyuna etkileri bir eşiğe gelip dayandı artık. 1700'ü geçemiyorum. Birkaç kere 1800'e yaklaştım, ama Magnus Trainer'a adasam o zamanı daha hızlı ve derin bir ilerleme sağlayacağım. Bir de doğru düzgün açılış anlatıyor. O kadar zor bulunan bir konu ki. Bugünü nasıl değerlendirsem: kesinlikle artık akış şemasının başına oturmalıyım. (Ah! Söylemeyi unuttum. Zaman makinesi'ni bitirdim. Fiyuuuuu. İnanılır gibi değil. İki kurgu kitap. Ardı ardına. ) Oatley academy'den, hikaye anlatıcılığı ile ilgili bir iki ders daha alayım öncesinde. Tabii ki ideali bütün dersleri bitirip akış şemasının başına geçmek. Ama o zaman yetiştirememekten korkuyorum. Mart ayının ortaları gibi hocaya göndermiş olmak istiyorum. Üç hafta ediyor. Ama henüz silinecek yerler var, toz içindeki camlar, kaldırılacak son üç koli ya da yerde ayıklanmayı bekleyen dosyalar. Katlanacak/kaldırılacak çamaşırları unutmuştum. Bir de pişirilecek yemek. İşleri haftaya yaymam gerek. Başka bir yolu yok. Bugün hepsini bitiremeyeceğim kesin. Böyle de sonu gelmiyor. Şimdi artık kalkmam lazım. Yemekten başlayalım. Böyle yayıl yayıl nereye? Çizim kursu, kitap ve bir düş. Bugün çizim konusunda iki gelişme oldu. İlki, iki post önce çevrimiçi illüstrasyon kursu araştırdığımı söylemiştim. Araştırmalarımın sonucunda Storytelling Summit diye bir formasyona yazıldım, Oatley Academy 'den. Kurucusu Disney'de 5 sene çalışmış. Çok heyecan verici bir program. Biraz bakındım, ağzım sulandı. Hatta bugün ilk alıştırmayı bile yaptım. İçerisinde başka yerde görmediğim içerikler var hikaye anlatıcılığı ve "sanat pazarlaması" -diyeyim- hakkında. Paralı bir kurs, bedava değil, fakat atla deve bir para da değil. İlk izlenimim her kuruşunun karşılığını misliyle veriyor oluşu. Bakalım, göreceğiz. Örnek olarak, tanıtım sayfasında şunu yazıyordu: neden Oyuncak Hikayesi bu kadar başarılı bir yapım? Cevap: çünkü birçok konuda evrensel. Mizahı evrensel, ana karakterin unutulma ve yerini başkasının alması korkusu evrensel. Fakat beni asıl vuran kısmı şu oldu. Ana karakterin korkusunu çalışırken, kendi korkularınızla yüzleşmeniz gerek. Bunu yaparken yazdığınız hikaye size saklı kalmış korkularınız hakkında -yazarken- bir şey öğretmeli. En azından ben o bölümü böyle anlayıp yorumladım. Yazarken yazdığından öğrenmek. Yazılan hikayenin yazarını beslemesi. Bu çok heyecan verici geldi bana. Oysa ben hep bildiğimi yazıyor ve çabucak sıkılıyordum. Bir tanesi hariç: masal. Masalı tamamlamadım ama yazarken bana bir şeyler kattığını sezdim ve bu çok heyecanlandırmıştı beni. İlk defa yazdığım bir kurgudan besleniyordum. Fakat yine de bunun istisnai bir durum olduğunu düşünmüştüm. Birinin bana olması gereken bu demesi, motivasyonumda uzun süredir aradığım değişimi, gelişimi getirebilir. İkincisi çizim kitabım geldi. Drawing on the right side of the brain, Betty Edwards. Hepsiburada'dan aldım, ve hep kargoya vereceklerini söyledikleri tarihten bir gün önce evime gönderiyorlar. Yani 3 gün gibi bir sürede. Yazsalar ya 3 günde geleceğini. Ben de ona göre evde olacağım bir güne denk getiririm. Hem de kısa zamanda elime geçecek diye daha istekle ısmarlarım. Bu gece yarının tatlı beklentisiyle mutlu uyurum. Düşünsene bir gün Disney'e/Dreamworks'e/Pixar'a iş başvurusunda bulunduğumu. Portfolyomu gösterdiğimi. Beğenildiğini. İşe alındığımı. Buradan binlerce ışık yılı kadar uzak ama başaran var. Hayır amacım bu kesinlikle değil. Ama bir düşünsene. S. Bugün metroda S. 'e rastladım, eski erkek arkadaşım. Bana iltifatlar etti. On sene daha genç gösteriyorsun dedi. Ki birlikteliğimizin üstünden hemen hemen on sene geçmiş sayılır. Gittikçe gençleşiyorum demek ki blog. Ne mutlu bana. Bir gün kahve içelim dedi. Bir de, bir ara, çantamın sapını kolumdan geçirmeye çalışıyordum ama kalın montun üstünden bir türlü kaymıyordu. S. onu öyle güzellikle tutup yerine koydu ki, içime işledi işte. Hayır ona karşı içimde derin bir duygu olmasından değil. Beraberken de yoktu. Öyle bir anda oluvermişti her şey. İkimizin de boşluğuna gelmişti. Aslında hiç alakamız yok. Bir seferinde sokağa çıkmıştım, belki anneme gidiyordum, hatırlamıyorum. Benim evden gideceğim yere kadar 3 eski erkek arkadaşıma rastlamıştım. O gün S. 'e de rastlamıştım, o 3 kişiden biriydi. Ama işlek yerlerden geçmiştim. O gün geldi aklıma. İşin garip tarafı, S. 'i bugün arkadan tanıdım. Zorlu'ya giden yürüyen bantlarda giderken - insanlara dikkat bile etmiyordum ki, aklım fikrim alacağım tabletle yapacağım çizimlerdeydi - kafasının şeklinden tanıdım. Şu S. olabilirdi mesela diye bakmaya başladım, bir de baktım ki: o. Neyse telefonumu verdim, onunkini aldım. Hah. İçime işleyen ikinci şeyi hatırlamaya çalışıyordum: biz yan yana yürürken, sırf yol daha yavaş bitsin diye, yürüyen bantların bitiminde, öndeki diğer bantlar yerine yandaki düz taş yolu tercih etmesi içime işleyen ikinci şey oldu bugün. Erkekler istediklerinde öyle ince ayrıntılar hesaplayabiliyorlar ki. Bir de yıllarca ölüp bittiğim M. vardı. Uzun zaman sonra yanına gitmiştim görmeye. Bana bahşettiği beş dakikalık sürede sabırsızlıktan ayağını salladığını gördüğümde aynı özlemi çekmediğimizi idrak etmiştim acıyla. O zaman neden görüşmeyi kabul etmişti? Başka hesapları vardı. Neyse şimdi M. konusuna girmeyeyim. Yıllarca kafamda değer veren/vermeyen ayırımı olmadan yaşadım ilişkilerimi, körlemesine. Değer verenin değerini de bilemedim, vermeyenin beş para etmezliğini de. Sonra bir gün, böyle bir işlem yaptım kafamda. O zamanlar işte M. ı çıkaramıyordum aklımdan. Baktım, bana değer verdiğine dair en ufak bir emare yok. Peki ben bu adama niye bağlandım ki? Kökenine indim. Acıydı ama onu sürekli düşünüp karşılık alamamak kadar değil. O gün bir milat oldu benim için. O günden sonra M. bağımlılığımdan kurtuldum. Ama yıllarca süründü önce. Sonra da buhar oldu uçtu. S. den sonra Zorlu'ya girdim. Tablet ve kalem yarın gelecekti ama ben sabırsızlıktan bugün de şansımı denemek istemiştim. Gelmemiş. Şu an canım çizimle ilgili bir şeyler öğrenmek istemiyor. Dünden sonra aşırı doza maruz kaldım sanırım. Yarın diyetisyene gidiyorum. Oradan çıkışta belki saçlarımı kestiririm. Perşembe ve Cuma bir işim yok. Cumartesi ve Pazar da. Oysa biriktirdiğim ne işler var. Hepsini toptan Perşembe'den sonraya şutlasam.

Watch full a flor da felicidade online. Küçük Joe / Little Joe Jessica Hausner ’in yönetmen koltuğuna oturduğu Küçük Joe, bilim insanlarının 21. yüzyılın en büyük sorunlarından biri olan mutsuzluğa bilim yoluyla çare aramalarının tehlikeli öyküsünü gerilim, dram ve bilim kurgu senteziyle ele alıyor. Film açılış sekansını özel bir şirketin özel ve korunaklı bir serasında sıra sıra dizilmiş çiçekleri kadraja alarak yapıyor. Özel ve korunaklı olan bu serada çalışan bilim insanlarının çiçeklerle ilgili projelerini, amaçlarını dinliyoruz. Bilim insanları insanlara kokusuyla sürekli mutluluk veren bir çiçek üretmeye çalışmaktadırlar ve bu çiçek şirket için büyük bir maddi kazanç sağlayacaktır. Bu deneydeki çiçeğin adı da “ Küçük Joe ”dur. Çiçeğin ismi de laboratuarda çalışan kıdemli bilim insanlarından biri olan Alice‘in ( Emily Beecham) ergenlik çağına giren oğlundan gelmektedir ve Alice, çiçeği adeta evladı gibi sevmektedir. Küçük Joe adlı çiçek sıcağa ve soğuğa dayanıklı olmakla beraber sadece dokunulduğunda ve konuşulduğunda büyüyen, açan bir çiçektir kısacası temelde sevgiye ihtiyacı vardır. Siz onu sevdikçe o da sizi mutlu eden bir koku yayar. Bu sistemle anne ve evladın arsındaki kuvvetli bağ kurulmaya çalışılır. Bu aşamaya kadar bir sorun yoktur fakat bilim insanları bu çiçeğin genetiğini değiştirerek onu kısır bir çiçek olarak tasarlamışlardır. Bitkinin ürememesi onların çoğalmamaları için bir tür güvenlik önlemidir ve özel şirket bu yolla aynı zamanda herkesin kendilerine bağımlı olmalarını sağlamaya çalışmaktadır fakat çiçeğin üreyememesi sonradan gittikçe büyüyen sorunların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Doğaya adeta bir Tanrı gibi müdahale etmeye çalışmanın ağır bir bedeli olduğunu da filmde görüyoruz. Yani üreme özelliği elinden alınan Küçük Joe, içgüdüsel olarak bir şekilde üreme ve çoğalma yollarını sonunda bulur ama bu çoğalma öyle masumane bir yayılma değildir ve insanlar üzerinde ciddi yan etkileri olan bir tehlikenin de hızla yayılmasının habercisidir. Küçük Joe filminin senaryosu daha önce benzerleri yapılan istila filmlerini çağrıştırsa da çoğunlukla özgün bir yapıya sahip. Küçük Joe, 21. yüzyıl insanın doğaya acımasızca müdahale ederek doğanın dengesini nasıl bozduğunu, açgözlülüğümüzün nelere mal olabileceğini anlatmasının yanında bilim insanlarının kapitalist sistemin köleleri hâline gelerek etik değerlerini nasıl yitirdiğine ve aile ilişkilerinin nasıl bir çürümeye doğru evrildiğine dair göndermelerde de bulunuyor. Jessica Hausner günümüz insanın doymak bilmeyen vahşi doğasını ele alınırken Alice üzerinden de unuttuğumuz aile ve sevgi bağlarını hatırlatıyor ve Alice üzerinden bizi bir tercih yapmaya zorluyor. Alice yarattığı Küçük Joe adlı çiçekle ilgilenmekten oğluna doğru dürüst zaman ayıramaz bu da ikisi arasındaki sevgi bağlarının zedelenmesine sebep olur. Alice’in yaşadıklarını günümüzde yaşayan bir sürü ebeveynin olduğuna da defalarca tanık olmuşuzdur. Küçük Joe bu tanıklığın yansıtıldığı psikolojik bir dram olarak karşımıza çıkıyor. Hausner günümüzün sorunları doğru tespit etmesine ve yakıcı sorunlara parmak basmasına rağmen kurgudaki ağır ilerleyiş, senaryodaki belirsizlikler, oyuncuların karakterlerini film boyunca neredeyse aynı tonda (tekdüze) canlandırmaları yüzünden film sizde güçlü bir etki yaratmıyor. Normalde gerilim filmlerinde oyuncuların performansı filmi sürüklerken Küçük Joe ’da gerilim unsuru çoğunlukla sinematografi (kullanılan mor turkuaz, vermilyon kırmızısı renkler) üzerinden ve özellikle de keskin bir biçimde kullanılan müzik üzerinden elde edilmeye çalışılmış. Küçük Joe filminin sanatsal yönden değerini yükselten iki temel unsur olarak sinematografi ve müzik belleğimize kazınıyor. Bu da bize oyunculuğun ve yönetmenin onları nasıl yönettiğinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Filmdeki oyunculuk tarzı yönetmenin bilinçli bir tercihi de olabilir. Belki de bu tarzıyla bize para için tüm insani duygularını kaybetmiş bilim insanlarının soğuk ve acımasız yüzlerini göstermeye çalışmaktadır. Fakat bilinçli yapılan bir tercih olsa bile yanlış bir kararın verildiğini düşünüyorum. Oyunculuk demişken Alice rolündeki Emily Beecham ’ın bu filmdeki performansıyla Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü nasıl aldığına şaşırdığım belirtmek isterim. Elbette sinema için ortaya koyduğu emeğe saygım var. Fakat çok güçlü, unutulmaz, vurucu bir performans sergilediğini düşünmüyorum. Ama malumunuz Cannes’da bu ödüle layık görülmüşse çoğu insana göre bu dosya kapanmış oluyor. Bunun da festivallerde verilen ödüllerin neredeyse hiç sorgulanmadan kabulünü getiren ve sizi de onlar gibi düşünmeye iten; sinema adına üzücü bir durum olduğunu belirtip geçeyim. Sonuç olarak Küçük Joe izleyicinin bütünleşemediği bir film. Film biraz ilerledikten sonra Küçük Joe ’nun neye dönüşeceğine dair verilen ipucular filmi final kısmı hariç çözmenize sebep oluyor. Bu da filmin gerilim havasının dağılmasına sebep oluyor. Açık uçlu bir finalle kapanış yapmayı tercih eden yönetmen maalesef final bölümünde beklentiyi karşılayamıyor yani filmin öyküsüne dair birçok soru işareti havada kalmış oluyor. Açık uçlu olması elbette filmi kötü yapmaz fakat yönetmenin yüzyılımıza dair yakındığı sorunlara bulduğu veya önerdiği güçlü cevaplar olmayınca bu final de sarsıcı bir etki bırakmıyor. Aslında film bir 21. yüzyıl tasviri olması açısından hayli didaktik bir özelliğe sahip ve sinematografisi de çok iyi. Fakat final dahil senaryonun işleniş biçimi ve oyunculukların üst düzeyde olmaması filmin belleğimizdeki kalıcılığını yitirmesine sebep oluyor. Küçük Joe’nun unutulmayacak bir yönü varsa o da sizi sürekli diken üstünde tutan muazzam Uzak Doğu müzikleridir ( Teiji Ito) ve sinematografinin (Martin Gschlacht) seçilen renk paletiyle yaratılmak istenen gerilimle tutarlı olması, hikayeyi sürekli iyi yansıtmasıdır. En nihayetinde Küçük Joe açgözlülük ve mutluluk fetişizmi yüzünden insanlığın karanlık bir distopyaya doğru gidişini kısmen iyi anlatsa da maalesef unutulmayacak filmlerin mertebesine yükselemiyor. Yönetmen: Jessica Hausner Senaryo: Géraldine Bajard, Jessica Hausner Görüntü Yönetmeni: Martin Gschlacht Oyuncular: Emily Beacham, Ben Whishaw, Kerry Fox, Kit Connor, David Wilmot, Phénix Brossard, Sebastian Hülk, Lindsay Duncan Avusturya-Almanya-İngiltere / Bilimkurgu-Dram / 105 Dk.

Someone said that the movie antlers is about the boys dad turning into a wendigo - Ana I ou. Phim nay đe j zay. Finally a trailer that doesn't spoil the whole thing. I cannot understand 1 word. Septiembre 28 2019. Watch Full A Flor da felicidade. Watch full a flor da felicidade online free. From Ozark to the film festival. Nice. Wow. Made me drop my crayons back in the day when Dad brought home the new stereo. 35+ years ago... Woops almost dropped my drink... HA! I learned how to grip 'em now and while dancing. North Dallas this weekend is what I heard. New West. I'll be there. It's been a long time OVER DUE. Nice. Brings me back. Thanks LJ... Miss passed family but you bring us all together again. What great music. Die sind echt krass. Love this happy people and music. I laughed when the man flipped but the fat lady tho.

So you found God and become a gangster... ARRIBA LITTLE JOE. LITTLE JOE PARA PRES DE USA. YO VOTO POR ÉL. 👍. Either this is alluding to a YTP of this episode in particular, or you're just testing on how slow YouTube's copyright system is when an entire unedited episode of VeggieTales is uploaded onto your alt. Did anyone else get chills for the ghostbusters Trailer. Turning the grudge into a cheap jump scare movie 🤦🏼‍♀️ I want my psychological horror movies back not jumpscare cause its a cheap scare.

I mean he got paid to scare people he never killed. Tom aged well, I see. He looks cooler now than he did when he was younger. My parents always played Joe's records. I also remember circling The Westerner in Victoria TX in the back of my parent's car hearing these tunes blaring out of the place. These songs are a part of my soul and will always bring back great memories everytime I hear them. BTW, Please do not take for granted that we can still go out and see this great music live. If you ever have the chance go to see him. you never know when you will no longer have that chance.

So how many clown movies do you want to make? Hollywood:yes. Little Joe #1.